Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne katılmasının üzerinden 20 yıl geçti: Avrupa Birliği’nin Gerici  Özellikleri, AB’ne Katılımın Sonuçları ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Konumu

Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne (AB) katılımının 20. yılını tamamlamasıyla birlikte, her gün  “tarihi dönüm noktası”, “faydalar”, “özgürlük”, “kalkınma”, “istikrar, güvenlik ve iş  birliği koşulları”, “tek çözüm” gibi sloganlar duyuyoruz. Kıbrıs burjuvazisinin AB’ye  yönelik duygularını ve AB’yi ülke halkının zihninde büyütmeye yönelik bilinçli çabayı  tam olarak yansıtan ifadeler.  

Ne var ki, AB ve Euro bölgesi hakkındaki demokrasi, yakınlaşma, sosyal uyum, kalıcı ve  sürdürülebilir kalkınma masalları, Avrupa halklarının yaşadığı sert gerçeklikle  çatışmaktadır.  

Yaklaşan Avrupa seçimleri vesilesiyle Kıbrıs Komünist İnisiyatifi, Marksist-Leninist  dünya görüşü temelinde AB’nin karakteri, entegrasyonun ülkemiz, halkımız, işçi sınıfı  ve halk hareketi için sonuçları üzerinde bir tartışma açmakta, bu durumu analiz  etmekte ve bu duruma tavır almaktadır. Aynı zamanda ülkemiz işçi hareketinin böylesi  kapitalist, ulus ötesi bir birliğe karşı takınması gereken tavrı da açıkça ortaya koyuyoruz.  

Kısa Tarihi:

«Ευρωπαϊκή Κοινότητα Άνθρακος και Χάλυβος»

İlk dönüm noktası, 18 Nisan 1951 tarihinde Paris’te altı kurucu üye tarafından (Fransa,  Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda, Lüksemburg) tarafından Avrupa Kömür ve Çelik  Topluluğu’nun (AKÇT) kuruluş anlaşmasının imzalanması olmuştur. Bunu, Avrupa  Ekonomik Topluluğu’nu (AET) ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu’nu (EURATOM) kuran  Roma Antlaşması (25/3/1957) izledi. 1962’de aynı ülkeler tarafından ortak tarım  politikası oluşturuldu. 8 Nisan 1967 tarihinde üç topluluğu tek bir kurumsal yapı altında  birleştiren Brüksel Antlaşması imzalanmıştır.  
1951 

Πρώτη Διεύρυνση

1973 yılında opluluklar genişlemiş, Danimarka, İrlanda ve Birleşik Krallık da topluluğa  katılmıştır. 
1973

Συνθήκη του Σένγκεν

Schengen Antlaşması Lüksemburg’da Avrupa Topluluklarının (AT) beş üye devleti  (Belçika, Almanya, Fransa, Lüksemburg, Almanya ve Hollanda) arasında imzalandı. 
1985 

Ενιαία Ευρωπαϊκή Πράξη

Avrupa bayrağı kabul edildi ve üye devletlerin 1992 yılına kadar bir iç pazarı  tamamlamalarını taahhüt eden Avrupa Tek Senedi imzalandı. Bu, esasen ‘dört  özgürlüğün’ tesis edilmesiydi: Sermayenin serbest dolaşımı, malların serbest dolaşımı,  hizmetlerin serbest dolaşımı ve işgücünün serbest dolaşımıdır.
1986 

Ανατροπή/διάλυση της Γερμανικής Λαοκρατικής Δημοκρατίας (ΓΛΔ)

Kasım 1989’da Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin (DDR) devrilmesi/bölünmesiyle Doğu Almanya, 1990 yılında genişleyen Almanya’nın bir parçası olarak topluluğa katıldı.
1990 

Διακήρυξη των κριτηρίων της Κοπεγχάγης

Haziran 1993’te, esasen bir ülkenin AB’ye katılım kriterleri olan Kopenhag Kriterleri  Deklarasyonu imzalanmıştır. Bu kriterler şunlardır:  
→ Burjuva demokrasisini, ‘hukukun üstünlüğünü’, insan haklarını ve azınlıklara  saygı gösterilmesini ve korunmasını garanti eden kurumların istikrarı  → Çalışan bir piyasa ekonomisi ve AB içindeki rekabetçi baskılar ve piyasa  güçleriyle başa çıkma kapasitesi;  
→ AB hukukunu (müktesebat) oluşturan kural, standart ve politikaları etkin bir  şekilde uygulama ve siyasi, ekonomik ve parasal birlik hedeflerine bağlı kalma  becerisi de dahil olmak üzere üyelik yükümlülüklerini üstlenme becerisi.  
Avrupa Birliği, 1 Kasım 1993 tarihinde Maastricht Antlaşması’nın yürürlüğe girmesiyle  resmen kurulmuş olmakla birlikte, AB’de uygulanan tüm baskı karşıtı politikalar bu  antlaşmadan kaynaklandığı için AB’nin temelini oluşturmaktadır. Maastricht  Antlaşması, diğer hususların yanı sıra, Ekonomik ve Parasal Birliğin (EMU)  oluşturulmasını, tüm AB Üye Devletleri için tek bir para biriminin kullanılmasını ve  AB’de siyasi birleşmenin nihai hedefini öngörmüştür. 
1993 

Διεύρυνση, Ενιαίο νόμισμα, συνθήκη του Άμστερνταμ

1 Ocak 1995 tarihinde Avusturya, Finlandiya ve İsveç AB’ye katılmıştır. İlk geniş  kapsamlı değişiklik 1997 yılında Amsterdam’da, Amsterdam Antlaşması ile imzalanmış  ve 1 Mayıs 1999’da yürürlüğe girmiştir. Aynı yıl, AB’nin tek para birimi olan Euro, Euro Bölgesi olarak adlandırılan on bir üye ülkede ilk kez ekonomik birlik olarak ulusal para  birimlerinin yerini aldı. 
1995-1999 

Το Ευρώ σε φυσική μορφή

Tek Avrupa para birimi, Euro Bölgesi genelinde kullanılmaya başland
2002 

Μεγάλη διεύρυνση

1 Mayıs 2004 tarihinde Kıbrıs da dahil olmak üzere on yeni ülke AB’ye katılmıştır. Kıbrıs  ile birlikte Estonya, Letonya, Litvanya, Malta, Macaristan, Polonya, Slovakya, Slovenya  ve Çek Cumhuriyeti de AB’ye katıldı.
2004 

Kıbrıs AB’de: 

1972 – AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) ile daha sonra Gümrük Birliği’ne  dönüşecek olan Ortaklık Anlaşması imzalandı. Kıbrıs ile üye ülkeler arasında  sanayi ve tarım ürünlerine uygulanan ithalat vergileri kaldırıldı. AKEL ve EDEK, 

Kıbrıs’ın üçüncü ülkelerle (özellikle Arap ülkeleriyle) ticaretinde yaşanan  zorluklar üzerine yoğun tepki gösterdi. 

1978 – İki aşamalı bir gümrük birliğinin kurulmasını öngören anlaşmanın ikinci  aşamasının uygulanmasına ilişkin koşulları ve süreçleri belirleyen 19 Ekim 1978  tarihli protokol imzalandı.  

1990 – Halka sorulmadan, Kıbrıs Cumhuriyeti AB’ye katılmak için başvuruda  bulundu. AB üyeliği sloganı (bir birlik olarak kendini gösteren ve ulus ötesi kapitalist birliğin öncelikli özelliğini gizleyen), endüstriyel işveren birliklerin ve  burjuva partileriyle büyük sermayenin stratejik bir seçimiydi. Aralarındaki  farklılıklara rağmen, liberal ve sosyal demokrat partiler DISY, DIKO ve EDEK,  Yorgos Vassiliou’nun liberal hükümeti, Birleşik Avrupa sloganı altında, temel  özelliği sermaye hizmetlerinin sağlanması olan Kıbrıs ekonomisinin, oluşmakta  olan tek Avrupa pazarına entegrasyonunun peşine düştü. Bu, emperyalist  rekabetçiler tarafından artan uluslararası rekabetin baskısı altında ezilecek olan  işçilerin, çalışanların ve alt sınıfların zararına gerçekleştirildi. 

1993 – Avrupa Komisyonu Kıbrıs’ın üyelik başvurusu hakkında olumlu görüş  bildirdi. 

1994 – AB zirvesi genişlemenin bir sonraki aşamasının Kıbrıs ve Malta’yı  içermesine karar verdi. 

1995 – 1995’ten itibaren tek yönlü bir yol olarak sunulan bu stratejik seçenek,  katılımdan Kıbrıs sorununun çözümünü bekleyen AKEL tarafından da yanlış bir  şekilde desteklendi. Bu durum işçi sınıfı ve Kıbrıs halkı içinde tehlikeli  yanılsamalar yarattı. 

1998 – Kıbrıs ile AB arasında katılım müzakereleri başladı. 1 Ocak 1998’den  itibaren sadece bazı sanayi ve tarım ürünleri, malları serbest dolaşımı  uygulamasından muaf tutuldu.  

2003 – Kıbrıs Atina’da AB’ye Katılım Antlaşması’nı imzaladı. 

2004 – 1 Mayıs’ta Kıbrıs, yıllar süren uyum sürecinden arta kalan ve halk karşıtı  olan tüm uyum yasa tasarılarının Parlamento tarafından acil prosedürlerle  onaylanmasının ardından Avrupa Birliği üyesi oldu. 

2008 – 1 Ocak 2008 tarihinde Kıbrıs Euro Bölgesi’ne katıldı. 

2012 – 1 Temmuz’da Kıbrıs, Dimitris Christofias’ın başkanlığında Avrupa Birliği  Konseyi’nin altı aylık başkanlığını üstlendi. 

ΚΚΙ’nin AB’nin Karakterine İlişkin Tutumu 

Lenin 1915’te, çok yerinde bir şekilde, “Avrupa Birleşik Devletleri” sloganını ekonomik  içeriği ışığında inceleyerek bu söyleme kararlı bir şekilde karşı çıktı. Kapitalizm  koşullarında “Avrupa Birleşik Devletleri’nin ya imkânsız ya da gerici” olduğunu, çünkü  bunun Avrupalı büyük burjuva devletler arasında sömürgelerin ve pazarların paylaşımı  konusunda bir anlaşma anlamına geleceğini vurguladı. Bu nedenle Lenin, Avrupa’da  sosyalizmi ortaklaşa yok etmek ve kontrol ettikleri sömürgeleri ve pazarları Amerika ve Japonya’ya karşı ortaklaşa korumak ancak bir anlaşma ile mümkün olacağını  açıklamıştı.  

Leninist öngörü bizzat tarihsel deneyim tarafından doğrulanmıştır. İkinci Dünya  Savaşı’ndan sonra AET’nin kurulması ve AB’ye dönüşmesi, kapitalizmi Avrupa’nın  sosyalist kesimine ve aynı zamanda Batı Avrupa’daki sosyalist perspektif tehlikesine  karşı korumayı amaçlıyordu.  

AB, ulus ötesi kapitalist birliğin ileri bir biçimi, Avrupa’daki kapitalist devletlerin bir  ittifakıdır. Her üye devlette iktidar burjuvazinin elindedir, her üye devletin burjuva  hükümeti tarafından yönetilir ve hükümetler aralarında, her zaman her ülkede  sermayenin genişletilmiş yeniden üretimini sağlamak amacıyla, AB düzeyinde çeşitli  konularda birbirlerine danışmaktadırlar.  

Değişiminin çeşitli aşamalara rağmen, AET’den EPB’ye ve AB’ye uzanan yolculuğu,  kapitalist üye devletlerin egemen burjuva sınıflarının ortak stratejik çıkarlarını ifade  etmekte ve diğer merkezlerle (BRICS kapitalist birliği ve aynı zamanda ABD gibi)  yoğunlaşan emperyalist içi rekabet ve kaçınılmaz olarak uluslararası güç dengesinde  yeniden düzenlemelere yol açan ekonomik krizler koşullarında tekellerinin büyümesini  amaçlamaktadır. Örneğin, Euro bölgesinin oluşumu, ortak para biriminin sunduğu  göreceli döviz kuru ve parasal istikrar, artan ticaret, özel ve kamu yatırımları için  iyileştirilmiş kredi koşulları ve ortak para biriminin uluslararası karakteri gibi avantajlar  konusunda bu birliğe katılan üye devletler arasında varılan bir anlaşmayla  desteklenmiştir. 

Sosyalist sistemin yıkılmasından sonra ve oluşan yeni uluslararası alanla birlikte, bu  kapitalist ittifakın tutarlı unsuru, AB devletlerinin tekellerinin işçi sınıfı ve halklara karşı  ortak hedefidir. Tüm antlaşmalar (Maastricht Antlaşması ve Lizbon Antlaşması vb.) ve  tüm hukuki metinler, istihdam ve büyüme için Avrupa 2020 stratejisine kadar tüm  birleşme girişimlerine nüfuz eden belirleyici unsuru oluşturmaktadır. Birleştirici  unsurlar, ilgili verimlilik düzeyine göre ucuz emek gücü sağlamak, işçi sınıfının sömürü  derecesini arttırmak, özellikle stratejik sektörlerde piyasaların ‘serbestleşmesini’ teşvik  etmek ve yeşil ve dijital geçiş politikasıdır. Tüm bu halk karşıtı hedeflere İstikrar ve  Büyüme Paktı, Gelişmiş Ekonomik Yönetişim, Avrupa Dönemleri, Makroekonomik Riski  Önleme, Bankacılık Birliği gibi bir dizi gözetim mekanizması hizmet etmektedir. 

Kıbrıs’ta bu durumu en yoğun şekilde 2013 yılında imzalanan memorandumla yaşadık.  Bu memorandumla birlikte çalışma ilişkilerinde gerici yeniden yapılandırma son derece  hızlı bir şekilde teşvik edilirken, ücret, emeklilik maaşlarında ve sosyal yardımlarda da kesintiler başlamıştı. Aynı zamanda enerji, telekomünikasyon ve ulaştırma  sektörlerinde piyasaların serbestleştirilmesi daha da yoğunlaşmış, eğitim, sağlık ve  sosyal güvenlik alanlarında ticarileştirme artmış ve bu sektörler fayda-maliyet  temelinde ele alınmaya başlanmıştır.

AB’nin ekonomik temelindeki gerici süreçler, siyasi üstyapısına ve kurumlarına da  yansımaktadır. Böylece Avrupa çapında baskı mekanizmalarının güçlendirilmesi ve AB  kurumlarının halklara karşı en saldırgan örgüt olan NATO ile ilişkilendirilmesi söz  konusudur. Bu bağlamda Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası, Avrupa Savunma Ajansı  ve son zamanlarda Kıbrıs’ın da katılımıyla Daimi Yapısal İşbirliği (PESCO) oluşturulmuş,  askeri operasyonlar için hızlı tepki güçleri sağlanmış ve ‘Euroarmy’ güçlendirilmiştir.  Buna ek olarak, Avrupa Sınır Güvenliği – Sahil Güvenlik mekanizmaları, 2018 “Avrupa  Seyahat Bilgi ve Yetkilendirme Sistemi” (ETIAS) ile Eurofence ve ulusal polis ve adli  makamların yetkisi altında olacak Avrupa Savcılık Ofisi’nin kurulması çalışmalrı  güçlendirilmiştir. AB’nin saldırganlığı ve militarizasyonu, güçlü üye devletlerin savaş  endüstrisinin tekellerin uluslararası arenada, aynı zamanda kendi halklarına karşı da  bağımsız hareket etme girişimini pekiştirmektedir. 

Baskıcı mekanizmaların yanı sıra, son on yıllarda AB’nin ideolojik müdahalesinin  yoğunlaşması, anti-komünizm ve ‘iki aşırı uç’ teorisinin resmî ideolojisine indirgenmesi  söz konusudur. Tarihsel gerçeğin yanlış aktarılması sadece geçmişe değil, her şeyden  önce geleceğe yöneliktir. AB, komünist ideoloji ve faaliyetleri kötüleyerek, bir bütün  olarak emekçi halk hareketinin mücadelesini ve gençlerin vicdanlarının susturulmasını hedeflemektedir. Bu nedenle, Avrupa Konseyi’nin 2005 tarihli anti-komünist  memorandumu, Avrupa Parlamentosu’nun Nisan 2009 tarihli “Avrupa Bilinci ve  İntegralizm” kararı gibi bir dizi anti-komünist deklarasyon ve kararı bulunmakta, AB’nin  23 Ağustos’u “Nazizm ve Stalinizm Kurbanlarını Anma Günü” olarak ilan etmesi, 9  Mayıs’ı Halkın Anti-Faşist Zafer Günü kutlamalarından “Avrupa Günü “ne, yani AB’ye  dönüştürme girişimi ve komünizmi Nazizm/Faşizm ile eşitleyen tüm bu girişimler tüm  bu yapılanları onaylamaktadır. Özellikle sosyalizmi yaşamış olan AB üyesi ülkelerde,  tüm bunlar Sovyet sembollerinin yasaklanması, komünist partilerin ve komünist  eylemlerin suç sayılması ve binlerce eski Nazi işbirlikçisinin “ulusal direniş” sembolleri  olarak gösterilmeye çalışılması her şeyi daha net göstermektedir. 

Daha fazla “Avrupa entegrasyonu” ilerici bir şey midir? 

Son zamanlarda “Avrupa entegrasyonu”, “derinleşme” ve “siyasi birlik” terimlerini  giderek daha sık duyuyoruz. Tüm bunlar, burjuva iktidarının unsurlarının ulusal  hükümetlerden AB düzeyine kademeli olarak geçtiğini ve burjuva hükümetlerinin  AB düzeyinde kararlaştırılan politikaların uygulanma araçları haline gelmesini  ifade etmektedir. Bu, ulusal egemenliğin unsurlarının AB kurumlarına giderek  daha kalıcı bir şekilde aktarılmasıdır. Bunun bir örneği, para politikası yetkisini  Avrupa Merkez Bankası’na devreden ve burjuva devletleri zayıflatan Ekonomik ve  Parasal Birliği (EMU)’dur. Ulusal egemenliğin AB kurumlarına devredilmesinin bir  diğer örneği de Avrupa hukukunun AB üyesi devletlerin ulusal (iç) hukukundan  öncelikli olmasıdır. Kıbrıs’ta bu, Kıbrıs Cumhuriyeti Parlamentosu’nda da kabul  edilen bir yasa ile Anayasa’da değişiklik yapılarak gerçekleştirilmiştir.

Ancak “Avrupa entegrasyonu” kapitalist ekonominin iki temel ve birbiriyle ilişkili  özelliğiyle çelişmektedir: kapitalist birikimin ekonominin etnik-ulusal örgütlenmesi  temelinde gerçekleşmesi ve ikinci olarak ayrı kapitalist ekonomiler arasında eşitsiz  büyüme olması da bunu doğrulamaktadır. 

2008-09 uluslararası krizi, özellikle verimlilik, ticaret dengesi ve borç açısından üye  ülkeler arasındaki ekonomik güç farklılıklarını arttırmıştır. Bu durum AB ve Euro  bölgesinin geleceğine ilişkin tartışmaları yoğunlaştırmış ve merkezkaç eğilimlerini  arttırmıştır. Bunun en belirgin örneği Brexit’in AB’ye karşı var olan hoşnutsuzluğu  arttırdığı İngiltere referandumudur. Benzer örnekler, her biri kendine özgü özelliklere  sahip diğer ülkelerde de mevcuttur. Her burjuva devletin egemen sınıfı, kendi  tekellerinin karlılığına dayanarak her seferinde nasıl hareket edeceğine karar  vermektedir. Dolayısıyla her bir AB üyesi devlet içinde hem AB perspektifi hem de her  bir burjuva devletin AB içindeki konumu açısından bir mücadele söz konusudur. 

Ancak, birleşik yönetim ve üye devletler federasyonuna dönüşüm hayata geçirilebilse  bile, bu halkların zararına müttefik burjuvazinin gerici yönelimlerinin birleşik ve kararlı  bir şekilde uygulanması anlamına gelecektir. AB’nin politikaları sermayenin çıkarlarına,  tekelci grupların rekabet gücünün korunmasına hizmet etmektedir ve edecektir;  Avrupa Parlamentosu’ndaki seçilmiş temsilciler ya da atanmış komisyon üyeleri ve  teknokratlar karar verse de bu böyle olacaktır.  

Bu nedenle işçi hareketi, konumunu daha iyi bir yere getirmesinin bir reçetesi olarak  daha fazla Avrupa için burjuva sloganları ya da burjuva devletlerin ulusal egemenliğini  güçlendirmek için Avrupa şüpheciliği tarafından yanlış yönlendirilmemelidir. İşçi ve  halk hareketi, haklarını ve yaşamlarını feda eden tüm politikalara direnen, çatışan ve  karşı çıkan kendi bağımsız rotasını çizmelidir. 

Kıbrıs’ın AB’ye katılımının sonuçları: 

Kıbrıs sorunu:  

Türkiye, AB’nin rızasıyla Kıbrıs topraklarının %37’sini işgal etmeye devam ediyor.  Kıbrıs’ın AB üyeliği meşhur ‘Avrupa standartlarında’ bir çözüme yol açmadı,  ancak Türkiye’ye de ‘taviz’ vermesi için baskı yapılmadı. Hiçbir yaptırım  uygulanmadı, bunun yerine Türkiye AB’nin stratejik bir ortağı haline getirildi ve  sözde göç akınlarıyla başa çıkmak için milyonlarca Euro aktarıldı. 

Burjuva ve reformist güçlerin sözde çözüm için katalizör olan Avrupa  müktesebatı hakkındaki söylemleri halk arasında yanılsamalar yaratmaktadır,  çünkü AB sözde müktesebatını ve ilkelerini sermayenin çıkarlarına ve  uluslararası güç dengesine bağlı olarak istisnalar dışında duruma göre  uyarlamaktadır. 

Ekonomi: 

Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 2004 yılında AB’ye nihai katılımı için yasal uyum süreci  ve 2008 yılında ülkenin Ekonomik ve Parasal Birliğe ve ‘Eurosisteme’ entegrasyon süreci, AB’nin yeniden yapılandırılmasına katılım, Kıbrıs’ın  uluslararası emperyalist sisteme daha derin ve organik entegrasyonunu işaret  etmektedir. Bu arenada stratejileri, halkların çıkarları ve özellikle de  çözülmemiş bir savaş içinde oldukları işçi sınıfının refahı değil, emperyalizm içi  rekabetler, tekellerin ve uluslararası emperyalist piramitteki güçlü devletlerin  çıkarları belirlemektedir. 

AB’nin İşleyişine İlişkin Antlaşma, istihdam politikasıyla birlikte, güçlü  devletlerin egemen sınıfları olan Euro-AB merkezleri tarafından koordine edilen  ve yönlendirilen çarpıtılmamış rekabeti korumak için gerici bir sistem  kurmaktadır. Sözde ‘Avrupa Sömestri’ ve yeni İstikrar Paktı ile otomatik  prosedürler devletlerin bütçelerini denetlemekte, böylece her yıl fazla olan  bütçeler, ulusal parlamentolarda tartışılmadan önce halkın ihtiyaçları pahasına  onay için Brüksel’e sunulmaktadır. Makroekonomik Eşitsizliklerin Önlenmesi ve  Düzeltilmesi prosedürünün uygulamaya konulmasıyla, işçilerin ücret ve sosyal  haklarını kontrol ederek büyük işletmelerin rekabet gücünü ve karlılığını  arttırmak için yeniden yapılandırma kalıcı hale getirilmiştir. Avrupa İstikrar  Mekanizması’nın kurulması, borç krizinde olduğu düşünülen üye devletlerin  borçlarının (faizli krediler yoluyla) finanse edilmesini sağlarken, halklarına  popüler olmayan koşullar dayatıyor. Euro Paktı ile her bir üye devletteki ücret  gelişmelerinin seviyesi, işletmelerin verimliliğine, karlılığına tabi kılınmıştır. 

Avrupa Bankacılık Birliği politikasıyla denetim bankacılık devleriyle  sınırlandırılırken, Avrupa Sermaye Piyasaları Birliği ile sorunlu kredilerin ucuza  satın alınması için yabancı Kredi Satın Alma Fonları (Funds olarak da bilinmekte)  devreye sokularak servetin yeniden dağıtılması ve borçlu Euro Bölgesi  ülkelerinde eşitsiz bağımlılığın yaygınlaştırılması sağlanmıştır.  

Kıbrıs’ta özellikle işletme olarak hizmet ve inşaat sektörlerinde faaliyet gösteren  burjuva sınıfı, sermaye hareketleri üzerindeki kısıtlamaların yasak olduğu AB  üyeliğinden faydalanmıştır. Yabancı yatırıma elverişli bir yasal ve vergi çerçevesi  ve burjuva hükümetlerinin ve burjuva partilerinin iş birliği ile birleştiğinde,  kârlarını daha da büyüttüler. Ortak Tarım Politikası küçük köylülüğü büyük  ölçüde yok etti ve büyük ölçekli çiftçileri ve büyük hayvan çiftliklerini  desteklerken, meslekte kalan küçük üreticiler yok edilmektedirler.  

Kıbrıs’ın katılımı ve AB’ye eşit olmayan bağımlılığı ile ABD, İngiltere, İsrail,  Fransa ve İtalya ile yapılan stratejik ikili anlaşmalarla (askeri üsler, hidrokarbon  çıkarma ve kullanma, güvenlik ve eğitim alanında askeri kolaylıklar sağlamak)  burjuva oligarşisi siyasi ve ekonomik gücünü pekiştirmiş ve halkı, herhangi bir  zamanda ülkemizin egemen burjuvazisinin bir bütünü ya da bir parçası olarak, yararlandıkları en güçlü devletlerin ve şirketlerin çıkarlarına boyun eğmeye ve  uyum sağlamaya sürüklemeye çalışmaktadır. 

İstihdam:  

2008’de patlak veren kapitalist krizle birlikte AB ve Euro Bölgesi’ndeki yeniden  yapılanma, dönemin Kıbrıs hükümetlerinin de onayıyla, halklar ve işçi sınıfı için  daha da gerici, kalıcı ve geçici olmayan önlemleri kurumsallaştırdı. Bunlar  arasında, işletmelerin rekabet edebilirliğini ve karlılığını arttırmak amacıyla  ücretlerin enflasyona ve verimliliğe bağlanması, ücretlerin sabitlenmesi ya da  düşürülmesi ve kaçınılmaz olarak çalışma ilişkilerinin kuralsızlaştırılması; tek  taraflı olarak değiştirilen Toplu İş Sözleşmeleri ve işçilerin imzalamak zorunda  bırakıldıkları bireysel sözleşmeler, işçilerin ve ailelerinin yaşam standartlarını  düşürmenin yanı sıra, yerli ve yabancı işgücü arasındaki rekabeti yoğunlaştırıcı  bir etki yaratmıştır. 

AB kurumları ve politikaları ile “birleşmiş” sermaye piyasasının politikaları  ücretli işgücü fiyatları üzerinde daha fazla baskı yaratmış, kurumsallığı, iş ilişkilerini ve sendikaları zayıflatmıştır.  

Ekonomik kalkınmanın devlet müdahalesi aşamasının kendine has özellikleri  kaçınılmaz olarak sermaye ve ticaret üzerindeki tüm kontrol ve kısıtlamaların  kaldırılmasına dönüşmüş, bu da eşel mobil gibi popüler kazanımların hedef  alınmasına ve tanınmaz hale gelecek kadar büyük bir yeniden yapılandırmaya  tabi tutulmasına yol açmıştır.  

Toplu sözleşme hakkının geriletilmesi ve esnek çalıma biçimlerinin ve çalışma  saatlerinin hayata geçirildiği ve yaygınlaştırıldığı kişisel sözleşmelerin yaygınlaştırılması nedeniyle örgütlü çalışanların sayısı giderek azalmaktadır. Bu  sözleşmelede şu gibi koşullar dayatılmaktadır:  

Perakende sektöründe tatil ve hafta sonu olmaksızın vardiyalı çalışma,  İşçi hakları olmaksızın yarı zamanlı çalışmanın yaygınlaştırılması,  Ödenmeyen fazla mesai,  

Herhangi bir güvence olmaksızın kayıt dışı çalışma.  

Sabit çalışma saatlerinin olmaması 

Kamu sektörünün yeniden örgütlenmesi: 

AB’nin gerici-halk karşıtı çerçevesi içinde, üretim ve hizmet araçlarının  yoğunlaşması ve merkezileşmesi yönündeki artan eğilim, bir avuç yerli ve  yabancı kapitalistten oluşan tekellerin veya güçlü oligopol piyasaların (sadece  bir kaç büyük sermayenin kontrolündeki piyasa düzeni) varlığını desteklenmektedir. Egemen burjuvazinin sözde serbest ‘rekabet’ ve ‘herkesin  girişimci olabileceği’ efsanesi bu sayede çürütülüyor. Tersine, mikro işletmeleri  ve kendi hesabına çalışanları ezip yok ediyor.

AB direktiflerinden kaynaklanan ana mantık, günün burjuva hükümetinin  devletin kilit yönlerini ve işlevlerini maliyet-fayda temelinde ele alması  gerektiğidir. Böylece devlet aygıtının birçok sorumluluğu maliyet olarak  arındırılıp yeniden yaratılmakta ve aynı zamanda devlet veya AB  sübvansiyonları alan özel sektöre aktarılmaktadır. 

Tüm bunlar büyük sermayenin desteklenmesine yönelik çok biçimli bir süreçle  hayata geçirilmiştir: Özelleştirme, kamu hizmetlerinin (CYTA, AHK) tamamen  ticarileştirilmesiyle piyasaya açılması, hatta devlet işlevlerinin (havaalanları,  limanlar) özel sektöre devredilmesi ve (kasıtlı olarak bozulan) kamu  hizmetlerinin (sağlık) plütokrasiyi kolaylaştırması, hizmetlerin (rafineriler) sona  erdirilmesi, elektrik, telekomünikasyon, limanlar, havaalanları ve taşımacılıkta  devlet tekellerinin kaldırılması, sağlıkta mega klinikler ve özel hastanelerin  desteklenmesi.  

Özellikle halk ve işçiler, hem tüketici hem de işçi olarak AB, Kıbrıs hükümetleri  ve büyük sermayenin stratejilerinin yüksek bedelini ödemektedirler. 

Finans Sektörü: 

Finans/bankacılık sektöründe (AB’nin diğer ülkelerinde olduğu gibi) daha önce  görülmemiş bir yoğunlaşma söz konusudur. 2008 kapitalist krizinden sonra,  Avrupa (Avrupa Bankacılık Birliği) ve yerel yeniden yapılandırmalar ve halkın  parasıyla yapılan kurtarmalar sonucunda, bankacılık devlerinin pazar payı ve  varlıkları tüm AB’de 2. sıraya yükselmiştir. AB kurumları ve politikaları ile  ‘birleşik’ sermaye piyasasının değirmen taşı, Kooperatif Kredi Sektörünün  parçalanmasına yol açarken, bunun yerine sistemik ticari bankalar gözbebeği  gibi korunuyor. 

Bankacılık tekellerinin kar elde etme stratejileri, büyük şirketlere ve  endüstrilere düşük faizli kredilerin aksine, çalışan ve şube sayısının  azaltılmasını, çalışma koşullarının kötüleşmesini ve çalışanların işten  çıkarılmasını ve borçlular için dayanılmaz koşulları öngörmektedir.  

Bankalar, yabancı Kredi Riski Edinme Fonları ile sinerji içinde, Türkiye’nin işgali  ve mültecileştirme döneminden bu yana mülkün (konut, ticari ve diğer  kullanımlar) en büyük yeniden dağıtımına öncülük etmektedir. Bankalar,  sanayiciler ve yatırımcılar kendi hükümetleri, Merkez Bankası ve Avrupa  Merkez Bankası ile birlikte ekonomiyi ve mali sektör kurullarında beklenen  karlarını ortaklaşa planlamaktadır. 

Ticaret:  

Perakende sektöründe, aile tarafından işletilen küçük dükkanlar piyasadan yok  olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış ya da kalmaktadır; devlet-hükümet  politikası tarafından desteklenen çeşitli türlerdeki süper mağazalar ise, AB ve  Kıbrıs hükümetleri tarafından kapitalist krizin yönetilmesiyle daha da kötüleşen bir durum olarak, işçilere sadece asgari ücret ödeyerek piyasaya hâkim olmaktadır. Hafta sonları da dahil olmak üzere sabahtan akşama kadar süren  çalışma koşulları, sömürüyü ve artı değer üretimini yoğunlaştırıp büyük  sermaye için karı arttırırken, (tezgahtarlar, satış elemanları, kasiyerler ve genel  olarak) perakende çalışanları için daha da insanlık dışı koşullar yaratmıştır.  

Emekliler: 

Emekliler ve Kıbrıs’taki tüm çalışanlar, Avrupa ve yerel sermaye ve burjuva  devlet tarafından tanımlandığı gibi, sosyal güvenlik fonlarının sürdürülebilirliği  amacıyla emeklilik yaşının yükseltildiği, sosyal güvenlik katkı paylarının  artırıldığı, gelirlerinin yoksulluk sınırına yaklaştırıldığı bir döneme girmişlerdir. 

Gençlik:  

Gençler ve kapitalist piyasaya yeni girenler, temel haklardan, tarifelerden ve  sendikal olanaklardan yoksun koşullarda eğitim-istihdam-istihdam edilebilirlik işten çıkarma-yeniden eğitimi zorunlu kılan cesaret kırıcı bir sistemle karşı  karşıyadır. Kamu sektöründe binlerce iş boş kalmakta ve ‘bütçe disiplini’  gerekçesiyle münhal ilan edilmemekte, yeni işe girenler ise memorandum  düzenlemeleri nedeniyle mevcutlardan %10 daha düşük ücretlerle işe  başlamaktadır. 

KKI’nın AB konusundaki tutumu:  

Yukarıdakilerden halkımız için çıkarılması gereken temel sonuç, Kıbrıs’ın AB’ye  katılımının, propaganda edildiği gibi ne halkın yaşam standartlarını iyileştirmeye ne de  Kıbrıs sorununu çözmeye yönelik olduğudur. Kaldı ki katılımdan yirmi yıl sonra sonuçlar ortadadır. Kıbrıs halkının çoğunluğu daha da yoksullaşmakta ve Kıbrıs sorununun adil  çözümü giderek daha da uzaklaşılmaktadır. Elbette bu süreçte herkes kaybetmiş  değildir. Ülkenin büyük sermayesi, kolektif kapitalist olan burjuva devleti aracılığıyla,  tüm burjuva partilerinin parlamentodan geçirdiği yasalarla, AB’nin gerici-işçi düşmanı  talimatlarını-yönergelerini kullanarak, işçi sınıfına karşı saldırısını örgütledi ve  güçlendirdi. Kıbrıs burjuvazisi, AB gerçekliğinin sağladığı yeni araçlarla, AB aracılığıyla  işçi sınıfına ve müttefikleri olan daha geniş halk katmanlarına karşı saldırısını kolektif  olarak tırmandırmak için altın bir fırsat buldu. 

Tüm bunlarla birlikte, Kıbrıs halkına, işçi sınıfına ve yoksul halk katmanlarına önerimiz,  ülkenin AB’den çekilmesi için gerekli koşulların yaratılmasıdır. Aynı zamanda, AB’den  çıkışla birlikte, başka bir emperyalist ülke veya emperyalist birlikle (örneğin BRICS) iş  birliğistratejik tercihi halkın yararına bir çözüm değildir. Bu nedenle, AB’den ayrılmanın  halkın yararına çalışması için gerekli bir koşul, tekellerin iktidarının devrilmesidir. Bizim  önerimiz ve ülkenin geleceğine ilişkin vizyonumuz, ekonominin kapitalist sistemden  tamamen farklı bir yönde, üretimin ve ekonominin sosyalist bir yönde örgütlenmesidir.  Yapay zekâ çağındaki üretim olanakları, insanların modern ihtiyaçlarını kat be kat karşılayabilecek düzeydedir. Bu hedefe ulaşılmasını engelleyen tek şey, çoğunluğun  ürettiği zenginliğe azınlık tarafından el konulmasıdır. 

Halkın öncü gücü olan işçi sınıfının, halk katmanlarıyla birlikte bugün kaybedilmemiş  hakları koruyabilmesi ve tüm çağdaş haklara sahip çıkabilmesi için örgütlü bir şekilde  öne çıkması ve AB’den kopuşla birlikte iktidar düzeyinde değişimler için mücadeleyi güçlendirmesi gerekmektedir. Diğer halkların hareketleriyle iş birliği içinde ve nesnel  olarak var olan ve güçlenmekte olan merkezkaç eğilimlerden yararlanarak, AB’den  kopuşumuzdan başka bir şey olmayan, kendi iktidarımızın örgütlenmesi hedefine,  sosyalist-komünist bir topluma doğru mücadelemizle adımlar atabiliriz.