Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne katılmasının üzerinden 20 yıl geçti: Avrupa Birliği’nin Gerici Özellikleri, AB’ne Katılımın Sonuçları ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Konumu
Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne (AB) katılımının 20. yılını tamamlamasıyla birlikte, her gün “tarihi dönüm noktası”, “faydalar”, “özgürlük”, “kalkınma”, “istikrar, güvenlik ve iş birliği koşulları”, “tek çözüm” gibi sloganlar duyuyoruz. Kıbrıs burjuvazisinin AB’ye yönelik duygularını ve AB’yi ülke halkının zihninde büyütmeye yönelik bilinçli çabayı tam olarak yansıtan ifadeler.
Ne var ki, AB ve Euro bölgesi hakkındaki demokrasi, yakınlaşma, sosyal uyum, kalıcı ve sürdürülebilir kalkınma masalları, Avrupa halklarının yaşadığı sert gerçeklikle çatışmaktadır.
Yaklaşan Avrupa seçimleri vesilesiyle Kıbrıs Komünist İnisiyatifi, Marksist-Leninist dünya görüşü temelinde AB’nin karakteri, entegrasyonun ülkemiz, halkımız, işçi sınıfı ve halk hareketi için sonuçları üzerinde bir tartışma açmakta, bu durumu analiz etmekte ve bu duruma tavır almaktadır. Aynı zamanda ülkemiz işçi hareketinin böylesi kapitalist, ulus ötesi bir birliğe karşı takınması gereken tavrı da açıkça ortaya koyuyoruz.
Kısa Tarihi:
«Ευρωπαϊκή Κοινότητα Άνθρακος και Χάλυβος»
Πρώτη Διεύρυνση
Συνθήκη του Σένγκεν
Ενιαία Ευρωπαϊκή Πράξη
Ανατροπή/διάλυση της Γερμανικής Λαοκρατικής Δημοκρατίας (ΓΛΔ)
Διακήρυξη των κριτηρίων της Κοπεγχάγης
→ Burjuva demokrasisini, ‘hukukun üstünlüğünü’, insan haklarını ve azınlıklara saygı gösterilmesini ve korunmasını garanti eden kurumların istikrarı → Çalışan bir piyasa ekonomisi ve AB içindeki rekabetçi baskılar ve piyasa güçleriyle başa çıkma kapasitesi;
→ AB hukukunu (müktesebat) oluşturan kural, standart ve politikaları etkin bir şekilde uygulama ve siyasi, ekonomik ve parasal birlik hedeflerine bağlı kalma becerisi de dahil olmak üzere üyelik yükümlülüklerini üstlenme becerisi.
Avrupa Birliği, 1 Kasım 1993 tarihinde Maastricht Antlaşması’nın yürürlüğe girmesiyle resmen kurulmuş olmakla birlikte, AB’de uygulanan tüm baskı karşıtı politikalar bu antlaşmadan kaynaklandığı için AB’nin temelini oluşturmaktadır. Maastricht Antlaşması, diğer hususların yanı sıra, Ekonomik ve Parasal Birliğin (EMU) oluşturulmasını, tüm AB Üye Devletleri için tek bir para biriminin kullanılmasını ve AB’de siyasi birleşmenin nihai hedefini öngörmüştür.
Διεύρυνση, Ενιαίο νόμισμα, συνθήκη του Άμστερνταμ
Το Ευρώ σε φυσική μορφή
Μεγάλη διεύρυνση
Kıbrıs AB’de:
➢ 1972 – AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) ile daha sonra Gümrük Birliği’ne dönüşecek olan Ortaklık Anlaşması imzalandı. Kıbrıs ile üye ülkeler arasında sanayi ve tarım ürünlerine uygulanan ithalat vergileri kaldırıldı. AKEL ve EDEK,
Kıbrıs’ın üçüncü ülkelerle (özellikle Arap ülkeleriyle) ticaretinde yaşanan zorluklar üzerine yoğun tepki gösterdi.
➢ 1978 – İki aşamalı bir gümrük birliğinin kurulmasını öngören anlaşmanın ikinci aşamasının uygulanmasına ilişkin koşulları ve süreçleri belirleyen 19 Ekim 1978 tarihli protokol imzalandı.
➢ 1990 – Halka sorulmadan, Kıbrıs Cumhuriyeti AB’ye katılmak için başvuruda bulundu. AB üyeliği sloganı (bir birlik olarak kendini gösteren ve ulus ötesi kapitalist birliğin öncelikli özelliğini gizleyen), endüstriyel işveren birliklerin ve burjuva partileriyle büyük sermayenin stratejik bir seçimiydi. Aralarındaki farklılıklara rağmen, liberal ve sosyal demokrat partiler DISY, DIKO ve EDEK, Yorgos Vassiliou’nun liberal hükümeti, Birleşik Avrupa sloganı altında, temel özelliği sermaye hizmetlerinin sağlanması olan Kıbrıs ekonomisinin, oluşmakta olan tek Avrupa pazarına entegrasyonunun peşine düştü. Bu, emperyalist rekabetçiler tarafından artan uluslararası rekabetin baskısı altında ezilecek olan işçilerin, çalışanların ve alt sınıfların zararına gerçekleştirildi.
➢ 1993 – Avrupa Komisyonu Kıbrıs’ın üyelik başvurusu hakkında olumlu görüş bildirdi.
➢ 1994 – AB zirvesi genişlemenin bir sonraki aşamasının Kıbrıs ve Malta’yı içermesine karar verdi.
➢ 1995 – 1995’ten itibaren tek yönlü bir yol olarak sunulan bu stratejik seçenek, katılımdan Kıbrıs sorununun çözümünü bekleyen AKEL tarafından da yanlış bir şekilde desteklendi. Bu durum işçi sınıfı ve Kıbrıs halkı içinde tehlikeli yanılsamalar yarattı.
➢ 1998 – Kıbrıs ile AB arasında katılım müzakereleri başladı. 1 Ocak 1998’den itibaren sadece bazı sanayi ve tarım ürünleri, malları serbest dolaşımı uygulamasından muaf tutuldu.
➢ 2003 – Kıbrıs Atina’da AB’ye Katılım Antlaşması’nı imzaladı.
➢ 2004 – 1 Mayıs’ta Kıbrıs, yıllar süren uyum sürecinden arta kalan ve halk karşıtı olan tüm uyum yasa tasarılarının Parlamento tarafından acil prosedürlerle onaylanmasının ardından Avrupa Birliği üyesi oldu.
➢ 2008 – 1 Ocak 2008 tarihinde Kıbrıs Euro Bölgesi’ne katıldı.
➢ 2012 – 1 Temmuz’da Kıbrıs, Dimitris Christofias’ın başkanlığında Avrupa Birliği Konseyi’nin altı aylık başkanlığını üstlendi.
ΚΚΙ’nin AB’nin Karakterine İlişkin Tutumu
Lenin 1915’te, çok yerinde bir şekilde, “Avrupa Birleşik Devletleri” sloganını ekonomik içeriği ışığında inceleyerek bu söyleme kararlı bir şekilde karşı çıktı. Kapitalizm koşullarında “Avrupa Birleşik Devletleri’nin ya imkânsız ya da gerici” olduğunu, çünkü bunun Avrupalı büyük burjuva devletler arasında sömürgelerin ve pazarların paylaşımı konusunda bir anlaşma anlamına geleceğini vurguladı. Bu nedenle Lenin, Avrupa’da sosyalizmi ortaklaşa yok etmek ve kontrol ettikleri sömürgeleri ve pazarları Amerika ve Japonya’ya karşı ortaklaşa korumak ancak bir anlaşma ile mümkün olacağını açıklamıştı.
Leninist öngörü bizzat tarihsel deneyim tarafından doğrulanmıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra AET’nin kurulması ve AB’ye dönüşmesi, kapitalizmi Avrupa’nın sosyalist kesimine ve aynı zamanda Batı Avrupa’daki sosyalist perspektif tehlikesine karşı korumayı amaçlıyordu.
AB, ulus ötesi kapitalist birliğin ileri bir biçimi, Avrupa’daki kapitalist devletlerin bir ittifakıdır. Her üye devlette iktidar burjuvazinin elindedir, her üye devletin burjuva hükümeti tarafından yönetilir ve hükümetler aralarında, her zaman her ülkede sermayenin genişletilmiş yeniden üretimini sağlamak amacıyla, AB düzeyinde çeşitli konularda birbirlerine danışmaktadırlar.
Değişiminin çeşitli aşamalara rağmen, AET’den EPB’ye ve AB’ye uzanan yolculuğu, kapitalist üye devletlerin egemen burjuva sınıflarının ortak stratejik çıkarlarını ifade etmekte ve diğer merkezlerle (BRICS kapitalist birliği ve aynı zamanda ABD gibi) yoğunlaşan emperyalist içi rekabet ve kaçınılmaz olarak uluslararası güç dengesinde yeniden düzenlemelere yol açan ekonomik krizler koşullarında tekellerinin büyümesini amaçlamaktadır. Örneğin, Euro bölgesinin oluşumu, ortak para biriminin sunduğu göreceli döviz kuru ve parasal istikrar, artan ticaret, özel ve kamu yatırımları için iyileştirilmiş kredi koşulları ve ortak para biriminin uluslararası karakteri gibi avantajlar konusunda bu birliğe katılan üye devletler arasında varılan bir anlaşmayla desteklenmiştir.
Sosyalist sistemin yıkılmasından sonra ve oluşan yeni uluslararası alanla birlikte, bu kapitalist ittifakın tutarlı unsuru, AB devletlerinin tekellerinin işçi sınıfı ve halklara karşı ortak hedefidir. Tüm antlaşmalar (Maastricht Antlaşması ve Lizbon Antlaşması vb.) ve tüm hukuki metinler, istihdam ve büyüme için Avrupa 2020 stratejisine kadar tüm birleşme girişimlerine nüfuz eden belirleyici unsuru oluşturmaktadır. Birleştirici unsurlar, ilgili verimlilik düzeyine göre ucuz emek gücü sağlamak, işçi sınıfının sömürü derecesini arttırmak, özellikle stratejik sektörlerde piyasaların ‘serbestleşmesini’ teşvik etmek ve yeşil ve dijital geçiş politikasıdır. Tüm bu halk karşıtı hedeflere İstikrar ve Büyüme Paktı, Gelişmiş Ekonomik Yönetişim, Avrupa Dönemleri, Makroekonomik Riski Önleme, Bankacılık Birliği gibi bir dizi gözetim mekanizması hizmet etmektedir.
Kıbrıs’ta bu durumu en yoğun şekilde 2013 yılında imzalanan memorandumla yaşadık. Bu memorandumla birlikte çalışma ilişkilerinde gerici yeniden yapılandırma son derece hızlı bir şekilde teşvik edilirken, ücret, emeklilik maaşlarında ve sosyal yardımlarda da kesintiler başlamıştı. Aynı zamanda enerji, telekomünikasyon ve ulaştırma sektörlerinde piyasaların serbestleştirilmesi daha da yoğunlaşmış, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik alanlarında ticarileştirme artmış ve bu sektörler fayda-maliyet temelinde ele alınmaya başlanmıştır.
AB’nin ekonomik temelindeki gerici süreçler, siyasi üstyapısına ve kurumlarına da yansımaktadır. Böylece Avrupa çapında baskı mekanizmalarının güçlendirilmesi ve AB kurumlarının halklara karşı en saldırgan örgüt olan NATO ile ilişkilendirilmesi söz konusudur. Bu bağlamda Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası, Avrupa Savunma Ajansı ve son zamanlarda Kıbrıs’ın da katılımıyla Daimi Yapısal İşbirliği (PESCO) oluşturulmuş, askeri operasyonlar için hızlı tepki güçleri sağlanmış ve ‘Euroarmy’ güçlendirilmiştir. Buna ek olarak, Avrupa Sınır Güvenliği – Sahil Güvenlik mekanizmaları, 2018 “Avrupa Seyahat Bilgi ve Yetkilendirme Sistemi” (ETIAS) ile Eurofence ve ulusal polis ve adli makamların yetkisi altında olacak Avrupa Savcılık Ofisi’nin kurulması çalışmalrı güçlendirilmiştir. AB’nin saldırganlığı ve militarizasyonu, güçlü üye devletlerin savaş endüstrisinin tekellerin uluslararası arenada, aynı zamanda kendi halklarına karşı da bağımsız hareket etme girişimini pekiştirmektedir.
Baskıcı mekanizmaların yanı sıra, son on yıllarda AB’nin ideolojik müdahalesinin yoğunlaşması, anti-komünizm ve ‘iki aşırı uç’ teorisinin resmî ideolojisine indirgenmesi söz konusudur. Tarihsel gerçeğin yanlış aktarılması sadece geçmişe değil, her şeyden önce geleceğe yöneliktir. AB, komünist ideoloji ve faaliyetleri kötüleyerek, bir bütün olarak emekçi halk hareketinin mücadelesini ve gençlerin vicdanlarının susturulmasını hedeflemektedir. Bu nedenle, Avrupa Konseyi’nin 2005 tarihli anti-komünist memorandumu, Avrupa Parlamentosu’nun Nisan 2009 tarihli “Avrupa Bilinci ve İntegralizm” kararı gibi bir dizi anti-komünist deklarasyon ve kararı bulunmakta, AB’nin 23 Ağustos’u “Nazizm ve Stalinizm Kurbanlarını Anma Günü” olarak ilan etmesi, 9 Mayıs’ı Halkın Anti-Faşist Zafer Günü kutlamalarından “Avrupa Günü “ne, yani AB’ye dönüştürme girişimi ve komünizmi Nazizm/Faşizm ile eşitleyen tüm bu girişimler tüm bu yapılanları onaylamaktadır. Özellikle sosyalizmi yaşamış olan AB üyesi ülkelerde, tüm bunlar Sovyet sembollerinin yasaklanması, komünist partilerin ve komünist eylemlerin suç sayılması ve binlerce eski Nazi işbirlikçisinin “ulusal direniş” sembolleri olarak gösterilmeye çalışılması her şeyi daha net göstermektedir.
Daha fazla “Avrupa entegrasyonu” ilerici bir şey midir?
Son zamanlarda “Avrupa entegrasyonu”, “derinleşme” ve “siyasi birlik” terimlerini giderek daha sık duyuyoruz. Tüm bunlar, burjuva iktidarının unsurlarının ulusal hükümetlerden AB düzeyine kademeli olarak geçtiğini ve burjuva hükümetlerinin AB düzeyinde kararlaştırılan politikaların uygulanma araçları haline gelmesini ifade etmektedir. Bu, ulusal egemenliğin unsurlarının AB kurumlarına giderek daha kalıcı bir şekilde aktarılmasıdır. Bunun bir örneği, para politikası yetkisini Avrupa Merkez Bankası’na devreden ve burjuva devletleri zayıflatan Ekonomik ve Parasal Birliği (EMU)’dur. Ulusal egemenliğin AB kurumlarına devredilmesinin bir diğer örneği de Avrupa hukukunun AB üyesi devletlerin ulusal (iç) hukukundan öncelikli olmasıdır. Kıbrıs’ta bu, Kıbrıs Cumhuriyeti Parlamentosu’nda da kabul edilen bir yasa ile Anayasa’da değişiklik yapılarak gerçekleştirilmiştir.
Ancak “Avrupa entegrasyonu” kapitalist ekonominin iki temel ve birbiriyle ilişkili özelliğiyle çelişmektedir: kapitalist birikimin ekonominin etnik-ulusal örgütlenmesi temelinde gerçekleşmesi ve ikinci olarak ayrı kapitalist ekonomiler arasında eşitsiz büyüme olması da bunu doğrulamaktadır.
2008-09 uluslararası krizi, özellikle verimlilik, ticaret dengesi ve borç açısından üye ülkeler arasındaki ekonomik güç farklılıklarını arttırmıştır. Bu durum AB ve Euro bölgesinin geleceğine ilişkin tartışmaları yoğunlaştırmış ve merkezkaç eğilimlerini arttırmıştır. Bunun en belirgin örneği Brexit’in AB’ye karşı var olan hoşnutsuzluğu arttırdığı İngiltere referandumudur. Benzer örnekler, her biri kendine özgü özelliklere sahip diğer ülkelerde de mevcuttur. Her burjuva devletin egemen sınıfı, kendi tekellerinin karlılığına dayanarak her seferinde nasıl hareket edeceğine karar vermektedir. Dolayısıyla her bir AB üyesi devlet içinde hem AB perspektifi hem de her bir burjuva devletin AB içindeki konumu açısından bir mücadele söz konusudur.
Ancak, birleşik yönetim ve üye devletler federasyonuna dönüşüm hayata geçirilebilse bile, bu halkların zararına müttefik burjuvazinin gerici yönelimlerinin birleşik ve kararlı bir şekilde uygulanması anlamına gelecektir. AB’nin politikaları sermayenin çıkarlarına, tekelci grupların rekabet gücünün korunmasına hizmet etmektedir ve edecektir; Avrupa Parlamentosu’ndaki seçilmiş temsilciler ya da atanmış komisyon üyeleri ve teknokratlar karar verse de bu böyle olacaktır.
Bu nedenle işçi hareketi, konumunu daha iyi bir yere getirmesinin bir reçetesi olarak daha fazla Avrupa için burjuva sloganları ya da burjuva devletlerin ulusal egemenliğini güçlendirmek için Avrupa şüpheciliği tarafından yanlış yönlendirilmemelidir. İşçi ve halk hareketi, haklarını ve yaşamlarını feda eden tüm politikalara direnen, çatışan ve karşı çıkan kendi bağımsız rotasını çizmelidir.
Kıbrıs’ın AB’ye katılımının sonuçları:
Kıbrıs sorunu:
→ Türkiye, AB’nin rızasıyla Kıbrıs topraklarının %37’sini işgal etmeye devam ediyor. Kıbrıs’ın AB üyeliği meşhur ‘Avrupa standartlarında’ bir çözüme yol açmadı, ancak Türkiye’ye de ‘taviz’ vermesi için baskı yapılmadı. Hiçbir yaptırım uygulanmadı, bunun yerine Türkiye AB’nin stratejik bir ortağı haline getirildi ve sözde göç akınlarıyla başa çıkmak için milyonlarca Euro aktarıldı.
→ Burjuva ve reformist güçlerin sözde çözüm için katalizör olan Avrupa müktesebatı hakkındaki söylemleri halk arasında yanılsamalar yaratmaktadır, çünkü AB sözde müktesebatını ve ilkelerini sermayenin çıkarlarına ve uluslararası güç dengesine bağlı olarak istisnalar dışında duruma göre uyarlamaktadır.
Ekonomi:
→ Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 2004 yılında AB’ye nihai katılımı için yasal uyum süreci ve 2008 yılında ülkenin Ekonomik ve Parasal Birliğe ve ‘Eurosisteme’ entegrasyon süreci, AB’nin yeniden yapılandırılmasına katılım, Kıbrıs’ın uluslararası emperyalist sisteme daha derin ve organik entegrasyonunu işaret etmektedir. Bu arenada stratejileri, halkların çıkarları ve özellikle de çözülmemiş bir savaş içinde oldukları işçi sınıfının refahı değil, emperyalizm içi rekabetler, tekellerin ve uluslararası emperyalist piramitteki güçlü devletlerin çıkarları belirlemektedir.
→ AB’nin İşleyişine İlişkin Antlaşma, istihdam politikasıyla birlikte, güçlü devletlerin egemen sınıfları olan Euro-AB merkezleri tarafından koordine edilen ve yönlendirilen çarpıtılmamış rekabeti korumak için gerici bir sistem kurmaktadır. Sözde ‘Avrupa Sömestri’ ve yeni İstikrar Paktı ile otomatik prosedürler devletlerin bütçelerini denetlemekte, böylece her yıl fazla olan bütçeler, ulusal parlamentolarda tartışılmadan önce halkın ihtiyaçları pahasına onay için Brüksel’e sunulmaktadır. Makroekonomik Eşitsizliklerin Önlenmesi ve Düzeltilmesi prosedürünün uygulamaya konulmasıyla, işçilerin ücret ve sosyal haklarını kontrol ederek büyük işletmelerin rekabet gücünü ve karlılığını arttırmak için yeniden yapılandırma kalıcı hale getirilmiştir. Avrupa İstikrar Mekanizması’nın kurulması, borç krizinde olduğu düşünülen üye devletlerin borçlarının (faizli krediler yoluyla) finanse edilmesini sağlarken, halklarına popüler olmayan koşullar dayatıyor. Euro Paktı ile her bir üye devletteki ücret gelişmelerinin seviyesi, işletmelerin verimliliğine, karlılığına tabi kılınmıştır.
→ Avrupa Bankacılık Birliği politikasıyla denetim bankacılık devleriyle sınırlandırılırken, Avrupa Sermaye Piyasaları Birliği ile sorunlu kredilerin ucuza satın alınması için yabancı Kredi Satın Alma Fonları (Funds olarak da bilinmekte) devreye sokularak servetin yeniden dağıtılması ve borçlu Euro Bölgesi ülkelerinde eşitsiz bağımlılığın yaygınlaştırılması sağlanmıştır.
→ Kıbrıs’ta özellikle işletme olarak hizmet ve inşaat sektörlerinde faaliyet gösteren burjuva sınıfı, sermaye hareketleri üzerindeki kısıtlamaların yasak olduğu AB üyeliğinden faydalanmıştır. Yabancı yatırıma elverişli bir yasal ve vergi çerçevesi ve burjuva hükümetlerinin ve burjuva partilerinin iş birliği ile birleştiğinde, kârlarını daha da büyüttüler. Ortak Tarım Politikası küçük köylülüğü büyük ölçüde yok etti ve büyük ölçekli çiftçileri ve büyük hayvan çiftliklerini desteklerken, meslekte kalan küçük üreticiler yok edilmektedirler.
→ Kıbrıs’ın katılımı ve AB’ye eşit olmayan bağımlılığı ile ABD, İngiltere, İsrail, Fransa ve İtalya ile yapılan stratejik ikili anlaşmalarla (askeri üsler, hidrokarbon çıkarma ve kullanma, güvenlik ve eğitim alanında askeri kolaylıklar sağlamak) burjuva oligarşisi siyasi ve ekonomik gücünü pekiştirmiş ve halkı, herhangi bir zamanda ülkemizin egemen burjuvazisinin bir bütünü ya da bir parçası olarak, yararlandıkları en güçlü devletlerin ve şirketlerin çıkarlarına boyun eğmeye ve uyum sağlamaya sürüklemeye çalışmaktadır.
İstihdam:
→ 2008’de patlak veren kapitalist krizle birlikte AB ve Euro Bölgesi’ndeki yeniden yapılanma, dönemin Kıbrıs hükümetlerinin de onayıyla, halklar ve işçi sınıfı için daha da gerici, kalıcı ve geçici olmayan önlemleri kurumsallaştırdı. Bunlar arasında, işletmelerin rekabet edebilirliğini ve karlılığını arttırmak amacıyla ücretlerin enflasyona ve verimliliğe bağlanması, ücretlerin sabitlenmesi ya da düşürülmesi ve kaçınılmaz olarak çalışma ilişkilerinin kuralsızlaştırılması; tek taraflı olarak değiştirilen Toplu İş Sözleşmeleri ve işçilerin imzalamak zorunda bırakıldıkları bireysel sözleşmeler, işçilerin ve ailelerinin yaşam standartlarını düşürmenin yanı sıra, yerli ve yabancı işgücü arasındaki rekabeti yoğunlaştırıcı bir etki yaratmıştır.
→ AB kurumları ve politikaları ile “birleşmiş” sermaye piyasasının politikaları ücretli işgücü fiyatları üzerinde daha fazla baskı yaratmış, kurumsallığı, iş ilişkilerini ve sendikaları zayıflatmıştır.
→ Ekonomik kalkınmanın devlet müdahalesi aşamasının kendine has özellikleri kaçınılmaz olarak sermaye ve ticaret üzerindeki tüm kontrol ve kısıtlamaların kaldırılmasına dönüşmüş, bu da eşel mobil gibi popüler kazanımların hedef alınmasına ve tanınmaz hale gelecek kadar büyük bir yeniden yapılandırmaya tabi tutulmasına yol açmıştır.
→ Toplu sözleşme hakkının geriletilmesi ve esnek çalıma biçimlerinin ve çalışma saatlerinin hayata geçirildiği ve yaygınlaştırıldığı kişisel sözleşmelerin yaygınlaştırılması nedeniyle örgütlü çalışanların sayısı giderek azalmaktadır. Bu sözleşmelede şu gibi koşullar dayatılmaktadır:
▪ Perakende sektöründe tatil ve hafta sonu olmaksızın vardiyalı çalışma, ▪ İşçi hakları olmaksızın yarı zamanlı çalışmanın yaygınlaştırılması, ▪ Ödenmeyen fazla mesai,
▪ Herhangi bir güvence olmaksızın kayıt dışı çalışma.
▪ Sabit çalışma saatlerinin olmaması
Kamu sektörünün yeniden örgütlenmesi:
→ AB’nin gerici-halk karşıtı çerçevesi içinde, üretim ve hizmet araçlarının yoğunlaşması ve merkezileşmesi yönündeki artan eğilim, bir avuç yerli ve yabancı kapitalistten oluşan tekellerin veya güçlü oligopol piyasaların (sadece bir kaç büyük sermayenin kontrolündeki piyasa düzeni) varlığını desteklenmektedir. Egemen burjuvazinin sözde serbest ‘rekabet’ ve ‘herkesin girişimci olabileceği’ efsanesi bu sayede çürütülüyor. Tersine, mikro işletmeleri ve kendi hesabına çalışanları ezip yok ediyor.
→ AB direktiflerinden kaynaklanan ana mantık, günün burjuva hükümetinin devletin kilit yönlerini ve işlevlerini maliyet-fayda temelinde ele alması gerektiğidir. Böylece devlet aygıtının birçok sorumluluğu maliyet olarak arındırılıp yeniden yaratılmakta ve aynı zamanda devlet veya AB sübvansiyonları alan özel sektöre aktarılmaktadır.
→ Tüm bunlar büyük sermayenin desteklenmesine yönelik çok biçimli bir süreçle hayata geçirilmiştir: Özelleştirme, kamu hizmetlerinin (CYTA, AHK) tamamen ticarileştirilmesiyle piyasaya açılması, hatta devlet işlevlerinin (havaalanları, limanlar) özel sektöre devredilmesi ve (kasıtlı olarak bozulan) kamu hizmetlerinin (sağlık) plütokrasiyi kolaylaştırması, hizmetlerin (rafineriler) sona erdirilmesi, elektrik, telekomünikasyon, limanlar, havaalanları ve taşımacılıkta devlet tekellerinin kaldırılması, sağlıkta mega klinikler ve özel hastanelerin desteklenmesi.
→ Özellikle halk ve işçiler, hem tüketici hem de işçi olarak AB, Kıbrıs hükümetleri ve büyük sermayenin stratejilerinin yüksek bedelini ödemektedirler.
Finans Sektörü:
→ Finans/bankacılık sektöründe (AB’nin diğer ülkelerinde olduğu gibi) daha önce görülmemiş bir yoğunlaşma söz konusudur. 2008 kapitalist krizinden sonra, Avrupa (Avrupa Bankacılık Birliği) ve yerel yeniden yapılandırmalar ve halkın parasıyla yapılan kurtarmalar sonucunda, bankacılık devlerinin pazar payı ve varlıkları tüm AB’de 2. sıraya yükselmiştir. AB kurumları ve politikaları ile ‘birleşik’ sermaye piyasasının değirmen taşı, Kooperatif Kredi Sektörünün parçalanmasına yol açarken, bunun yerine sistemik ticari bankalar gözbebeği gibi korunuyor.
→ Bankacılık tekellerinin kar elde etme stratejileri, büyük şirketlere ve endüstrilere düşük faizli kredilerin aksine, çalışan ve şube sayısının azaltılmasını, çalışma koşullarının kötüleşmesini ve çalışanların işten çıkarılmasını ve borçlular için dayanılmaz koşulları öngörmektedir.
→ Bankalar, yabancı Kredi Riski Edinme Fonları ile sinerji içinde, Türkiye’nin işgali ve mültecileştirme döneminden bu yana mülkün (konut, ticari ve diğer kullanımlar) en büyük yeniden dağıtımına öncülük etmektedir. Bankalar, sanayiciler ve yatırımcılar kendi hükümetleri, Merkez Bankası ve Avrupa Merkez Bankası ile birlikte ekonomiyi ve mali sektör kurullarında beklenen karlarını ortaklaşa planlamaktadır.
Ticaret:
→ Perakende sektöründe, aile tarafından işletilen küçük dükkanlar piyasadan yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış ya da kalmaktadır; devlet-hükümet politikası tarafından desteklenen çeşitli türlerdeki süper mağazalar ise, AB ve Kıbrıs hükümetleri tarafından kapitalist krizin yönetilmesiyle daha da kötüleşen bir durum olarak, işçilere sadece asgari ücret ödeyerek piyasaya hâkim olmaktadır. Hafta sonları da dahil olmak üzere sabahtan akşama kadar süren çalışma koşulları, sömürüyü ve artı değer üretimini yoğunlaştırıp büyük sermaye için karı arttırırken, (tezgahtarlar, satış elemanları, kasiyerler ve genel olarak) perakende çalışanları için daha da insanlık dışı koşullar yaratmıştır.
Emekliler:
→ Emekliler ve Kıbrıs’taki tüm çalışanlar, Avrupa ve yerel sermaye ve burjuva devlet tarafından tanımlandığı gibi, sosyal güvenlik fonlarının sürdürülebilirliği amacıyla emeklilik yaşının yükseltildiği, sosyal güvenlik katkı paylarının artırıldığı, gelirlerinin yoksulluk sınırına yaklaştırıldığı bir döneme girmişlerdir.
Gençlik:
→ Gençler ve kapitalist piyasaya yeni girenler, temel haklardan, tarifelerden ve sendikal olanaklardan yoksun koşullarda eğitim-istihdam-istihdam edilebilirlik işten çıkarma-yeniden eğitimi zorunlu kılan cesaret kırıcı bir sistemle karşı karşıyadır. Kamu sektöründe binlerce iş boş kalmakta ve ‘bütçe disiplini’ gerekçesiyle münhal ilan edilmemekte, yeni işe girenler ise memorandum düzenlemeleri nedeniyle mevcutlardan %10 daha düşük ücretlerle işe başlamaktadır.
KKI’nın AB konusundaki tutumu:
Yukarıdakilerden halkımız için çıkarılması gereken temel sonuç, Kıbrıs’ın AB’ye katılımının, propaganda edildiği gibi ne halkın yaşam standartlarını iyileştirmeye ne de Kıbrıs sorununu çözmeye yönelik olduğudur. Kaldı ki katılımdan yirmi yıl sonra sonuçlar ortadadır. Kıbrıs halkının çoğunluğu daha da yoksullaşmakta ve Kıbrıs sorununun adil çözümü giderek daha da uzaklaşılmaktadır. Elbette bu süreçte herkes kaybetmiş değildir. Ülkenin büyük sermayesi, kolektif kapitalist olan burjuva devleti aracılığıyla, tüm burjuva partilerinin parlamentodan geçirdiği yasalarla, AB’nin gerici-işçi düşmanı talimatlarını-yönergelerini kullanarak, işçi sınıfına karşı saldırısını örgütledi ve güçlendirdi. Kıbrıs burjuvazisi, AB gerçekliğinin sağladığı yeni araçlarla, AB aracılığıyla işçi sınıfına ve müttefikleri olan daha geniş halk katmanlarına karşı saldırısını kolektif olarak tırmandırmak için altın bir fırsat buldu.
Tüm bunlarla birlikte, Kıbrıs halkına, işçi sınıfına ve yoksul halk katmanlarına önerimiz, ülkenin AB’den çekilmesi için gerekli koşulların yaratılmasıdır. Aynı zamanda, AB’den çıkışla birlikte, başka bir emperyalist ülke veya emperyalist birlikle (örneğin BRICS) iş birliğistratejik tercihi halkın yararına bir çözüm değildir. Bu nedenle, AB’den ayrılmanın halkın yararına çalışması için gerekli bir koşul, tekellerin iktidarının devrilmesidir. Bizim önerimiz ve ülkenin geleceğine ilişkin vizyonumuz, ekonominin kapitalist sistemden tamamen farklı bir yönde, üretimin ve ekonominin sosyalist bir yönde örgütlenmesidir. Yapay zekâ çağındaki üretim olanakları, insanların modern ihtiyaçlarını kat be kat karşılayabilecek düzeydedir. Bu hedefe ulaşılmasını engelleyen tek şey, çoğunluğun ürettiği zenginliğe azınlık tarafından el konulmasıdır.
Halkın öncü gücü olan işçi sınıfının, halk katmanlarıyla birlikte bugün kaybedilmemiş hakları koruyabilmesi ve tüm çağdaş haklara sahip çıkabilmesi için örgütlü bir şekilde öne çıkması ve AB’den kopuşla birlikte iktidar düzeyinde değişimler için mücadeleyi güçlendirmesi gerekmektedir. Diğer halkların hareketleriyle iş birliği içinde ve nesnel olarak var olan ve güçlenmekte olan merkezkaç eğilimlerden yararlanarak, AB’den kopuşumuzdan başka bir şey olmayan, kendi iktidarımızın örgütlenmesi hedefine, sosyalist-komünist bir topluma doğru mücadelemizle adımlar atabiliriz.